Perşembe, Aralık 28, 2006

hangi ara????

kahverengi


hangi ara sonbahar oldu? ya ben kaçırdım ya da o kaçtı. peki neydi acelesi? onu kıracak ne yaptık? halbuki severiz biz sonbaharı, sarı yaprakları, kel ağaçları. oturup elimizde kahve dışarıya, süzülen yapraklara bakmayı. kış için hazırlık yapmayı, sahlep, boza çıkacak diye düşünüp beklemeyi. hafif çiseleyen yağmurun altında koşarak yürümeyi, üşüyor numarası yapıp sevgiliye sarılmayı.

Perşembe, Aralık 21, 2006

The Decemberists - Sixteen Military Wives



Sixteen military wives
Thirty-two softly focused, brightly-colored eyes
Staring at the natural tan
Of thirty-two gently clenching, wrinkled little hands

Seventeen company men
Out of which only twelve will make it back again
Sergeant sends a letter to five military wives
His tears drip down from ten little eyes

Cheer them on to their rivals
Cause America can
And America can't say no
And America does
If America says it's so
It's so
And the anchorperson on t.v.
Goes la-di-da-di-da

Fifteen celebrity minds
Leading their fifteen sordid, wretched, checkered lives
Will they find their solution in time?
Using fifteen pristine moderate liberal minds

Eighteen academy chairs
Out of which only seven really even care
Doling out a garland to five celebrity minds
They're humbly taken by surprise

Cheer them on to their rivals
Cause America can
And America can't say no
And America does
If America says it's so
It's so
And the anchorperson on t.v.
Goes la-di-da-di-da-didi-didi-da
La-di-da-di-da-didi-didi-da

Fourteen cannibal kings
Wondering blithely what the dinner bell will bring
Fifteen celebrity minds
Served in a leafy bed of sixteen military wives

Cheer them on to their rivals
Cause America can
And America can't say no
And America does
If America says it's so
It's so
And the anchorperson on t.v.
Goes la-di-da-di-da-didi-didi-da
La-di-da-di-da-didi-didi-da

Tahiti 80 - Changes




hem müzik güzel, hem klip güzel, hayatı katlanılabilir yapıyorlar...

"değişmeyen tek şey değişimdir"
cevizli kepek ekmeğine ton balıklı sandviç iğrenç bir şey, kimse yapmasın, yemesin, hatta bir daha bahsetmesin...

Perşembe, Aralık 07, 2006

müzik kutusu

ne zaman müzik dinlemeyi bıraktım hatırlamıyorum, hatta bıraktığımı bile bilmiyordum ta ki yeni grupların/insanların ne kadar çok çoğaldıklarını fark edene kadar. mtv kuşağı gruplar dan veya insanlardan bahsetmiyorum, benim kulak içine güzel bir seda bırakanlardan bahsediyorum.

eylem yok genelde, artık evdeki bilgisayar sadece bir biblo görevi görüyor, o yüzden yeni müzik/albüm inderme ve dinleme vaktim kalmadı. ne apıyorum peki, genelde okuyorum, yeni gruplar hakkında müzikleri hariç herşeyi biliyorum, nerede kuruldular ne yer ne içerler. ama ne müzik yaparlar, fikrim yok, daha doğrusu yoktu. ofisimde geçirdiğim tek başımalık saatleri müziğe ayırdım son bir haftadır, artık işte dinleyip yorum getiriyorum okuduklarıma. neler var bi bakalım:

the decemberist - bir kere adından beni vurmuştur. eski grupmuş ama tabiki ben yeni albümleri sayesinde yeni duymuş oldum. "the perfect crime" çok başarılı bir şarkı, radio eksen'de dinlemiştim sonra gidip diğer şarkılarını da dinledim. albüm güzel, her ne kadar çoğu internet yorumcusu diğer albümlerine nazaran beğenmemiş olsalarda.

architecture in helsinki - kalabalık bir grup, ilk defa yazın okumuştum haklarında ama anca aralık ayı imiş dinlemek. "in case we die" süper güzel bir albüm, "do the whirlwind" en beğendim şarkı olabilir ama her an değiştirebilirim fikrimi çünkü daha tüm şarkıları tam anlamıyla özümsemedim. bir de bu albümdeki şarkıların remix'lerinin bulunduğu "we did, they remixed" adının çok güzel olması ile gönlümü almıştır. remix'ler daha dinlenmedi, elbet dinlenecek. ayrıca web siteleri süper olmuş.

boyskout - sizi seviyorum kızlar!!! onlar da beni sever nasıl olsa, erkekler ilgi alanlarına girmiyor da :) yeni albümleri "another life"tan "happy yet?", eski albümleri "school of etiquette"ten ise "back to bed" beni benden almıştır, kesinlike tavsiye edilir.

the futureheads - daha tüm albüm "news and tributes"u dinlemedim lakin "skip to the end" süper bir şarkı, diğer şarkılardan da aynı performansı bekliyorum ne yalan :) franz'ı artic'i seviyorsanız bu arkadaşları da seviceksiniz demektir.

Tahiti 80 - isim vokaldeki xaiver'in tahiti'den gelen babasının getirdiği bir t-shirtün üzerinden alınmış. normalde sevmiyeceğim türden şarkılar yaptıkları doğru ama insan bazen bunları da dinlemek istiyor, bana biraz "fool's garden"ı hatırlatıyorlar. "changes" çok güzel bir şarkı, remix'i daha da güzel. bu arada en çok tutuldukları ülke japonyaymış, ilginç, onlarda beklemiyormuş bu ilgiyi.

first coat - sakinler, gitarlar güzel, vokalin sesi içime işledi ve neticede hoşuma gittiler. bir den fazla albümleri varmış üstüne üstlük, ben en çok "great lakes disorder" albümündeki şarkıları beğendim.

şimdilik bu kadar, dinlemelerim devam ediyor, keşfedecek bir sürü nota/melodi/söz var...

Cuma, Aralık 01, 2006

karşıtlık

"karşıtlık" diyince aklıma kadın/erkek geliyor ve siyah/beyaz. aşağıdaki gibi mesela:


cinsiyet

ayrım kalmıyor mu artık? kadınlar erkekleştikçe erkekleşiyor. aynı şey erkekler içinde geçerli. her gün yeni bir "seksüel" ile tanışıyoruz, "über"inden tutundan da "metero"'suna kadar "trans"lar ile gökkuşağı renkleri gibiyiz. iyi mi kötü mü gerçekten bilmiyorum. ayrıca çok mu gerekli cinsiyet kalıbına girmek? insan olmak neyimize yetmiyor diye geçiyor arada aklımdan. "önce insanım" demek gerek.

kardeşimin de ruj sürerkenki halini eklicem bi de, tabi izin veririse :)

Perşembe, Kasım 23, 2006

yanar dönerli

kafamda, düşüncelerimde bir sürü konu birikiyor, özellikle "blogta bahsederim" fikri oluştuktan sonra etrafıma daha bir dikkatli bakmaya, yaptıklarımı, okuduklarımı, gördüklerimi daha bir irdelemeye başladım.

aklımdaki bir iki düşünce:

----> atkının soyunduktan sonra palto/ceket koluna sıkıştırılması
----> swatchlar için yedek parça bulunamaması
----> leopar foklarının sivri dişleri
----> simetri hastalığım
----> yoga kursuna gidebilmek için nişantaşında oturma zorunluluğu
----> kitaplıkta yer kalmadı sorunsalı
----> şemsiyemi ne kadar çok sevdiğim ve artık yağmurda yürümeyi ne kadar çok sevdiğim

şimdilik bunlar, ilkinden başlamak isterim.

nerden böyle bir alışkanlık edindiğimi bilmiyorum veya birinden görüp özenip özenmediğimi de. ama önce atkıyı çıkartıyorum, sonra onu elimde tutarken, paltoyu çıkartmaya başlayıp sol elimde tutuğum atkıyı sol kolun yarısına geldiğimde bırakıyorum. ve kolumu atkısız olarak paltodan çıkartıyorum. böylece atkıyı "korumaya" almış oluyorum. ama eğer atkı değilde eşarp veya t-box'tan aldığım şalımsı şeyi giymişsem, onu çıkarıp çantaya koyuyorum veya çantanın sapına asıyorum. atkıyı ise kimseye göstermemem gereken bir ucube gibi saklıyorum.

beni bu davranışı yapmaya iten neden ne bilmiyorum, neden atkı bilmiyorum. ama eminim küçükken ailem bir zorlaması olmuştur. bu durumlarda suçu aileye atmak tabiki mantıklı. hoş bu bir suç mu? atkı benim, palto benim, istediğim gibi kombinasyon yaparım.

ps: atkımı da geçen sene accessories'ın çocuk bölümünden almıştım, hem ucuz hemde enine küçüktü, çok memnunum, kendisini çok seviyorum, birazdan gidip öpücem :)

Çarşamba, Kasım 22, 2006

Fool's Garden - Lemon Tree (live)



o kadar severim ki bu şarkıyı, içinde ayrı bi anlam var gibime gelmiştir hep. canlı da fena söylememişler hani :)

Cuma, Kasım 17, 2006

sevdiğim şarkıyı yarım kestim, aklıma gelen düşünceleri toplamak istedim

işte ortaya karışık bir şeyler:

"gen bencildir" adlı kitabı okuduğum zaman altında yatan gerçeği kabullenmiştim, dna'mız kendini bizim ile koruyor ve tek istediği hayatta kalmak ve bir sonraki nesile geçebilmek. insanların hayyat kalma - survival - davranışlarını açıklıyor bu ama açıklamadığı bir şey var: o zaman neden kadınlar ikinci sınıf muamelesi görüyorlar? üremenin ve soyu devam ettirmenin tek seçeneği kadınlarken, onlar eziliyor, pazarlanıyor ve ölüyorlar. hatta doğdukları anda yok sayılıyorlar. erkek çocuk dünyaya getirmek çoğu yerde, hindistan, afrika ve hatta amerika da, annenin dileği oluyor. kadın bile çocuğu erkek olsun diye dua ediyor, nedeni ailesinden alacağı övünç mü yoksa kız olursa başına gelecekleri bilmesi ve onu şimdiden korumak istemesi mi?

özellikle bilimin ilerlemesi hangisini ortaya çıkaracak acaba: kadınların sadece erkek doğurmalarını sağlamak mı yoksa kadınların "erkeksiz" doğurmalarını sağlamak mı? birincisi olursayı anlatan"beatrice'ten sonraki birinci yüzyıl"daki hikaye sonunda anladığımız, başarılı bir roman değil ama insanı düşünmeye itiyor, ilk başta erkek doğurmanın müthiş gururu ile 20 yıl kadar dünyayı sardığı ve sonunda ortaya çıkan nesilin "kadınsızlıktan" dolayı fazla sertleşmesi sonucu vahşi ve kanlı olayların sonucu olarak kadının gene bir meta gibi kullanılması. değişen bir durum yok.

ama eğer ikincisi olursa, yani kadınlar erkeklere ihtiyaç duymazlarsa, işte bu fikir bende daha iyimser senaryolar ortaya çıkarıyor. seçme şansı bize geçicek, hoş şu anda da bizde, doğum kontrol ile esasında üremek veya ürememek elimizde. ama peki gene de kadını neden eziyorlar ve kadın neden sesini azçık çıkarıyor? doğrusu gerçekten bilmiyorum, belki çevre faktörü, aile kurma isteği, küçüklükten işlenmiş "erkeksiz olmaz, önce baba sonra koca sahip olur" düşüncesi... ama illaki üremek isteyip ve bunu yapacak bir "sprem" bulamayınca, bunu kendin yaratınca erkek ne işe yarıyacak? bu sperm bankası ile aynı şey değil, sonuçta sperm bankasında "erkek" seçiyorsunuz gene, burada ise "kendi spermini kendin yarat" olan bir kuruluş var.

iyimser senaryolardan birini yazıcam, iyice oturup planladıktan sonra.

Perşembe, Kasım 16, 2006

yoğun kırmızı













dost moral veririr, yüzünü güldürür, kendi derdini unutur seni dinler.
dost sıcaklık veririr, sıkıca sarmalar, kendi üşüdüğünü unutur seni ısıtır.
dost şarap içer, şiir yazar, seni okur.

Çarşamba, Kasım 15, 2006

bugünün uğraşıları

yeraltı yayınları, optik yansıma, kırık tırnak, morrissey, hot chocolate ve German ginder bread, tema, bedaş, compound rainbow, more morrissey, kahve, tavuklu sezar salatası ve cola, azçık smiths, RMA, MLC vs. SLC, kitap fuarı, alma matters...

Salı, Kasım 14, 2006

sonsuz

merdivenleri ağı ağır çıkıyor. hiç acelesi yok, nasıl olsa onu bekleyen onu beklediğini farkında değil.
kahvesine önce kahveyi sonra suyu en son da sütü koyuyor, yavaş yavaş karıştırıyor. sıcak su yeter mi diye düşünüyor sonra, ama nasıl yetmesin bir tek o yok mu kahve içeçek?

ışık kapanıyor, duruyor ve birinin ışığı açmasını bekliyor, karanlıkta merdiven çıkmayı sevmez zaten. etrafa kulak kesiliyim bari diyor.
sayfayı çeviriyor, dalıp gidiyor boşluğa sonra. önce kitap hakkında sonrada kendi hakkında düşünüyor ve bir sonuca varamıyor, başka zaman olsa hemen bir tanım atardı ortaya ama bu sefer sanki karanlıkta.

sesler geliyor, sonunda diye düşünüyor, sesler yaklaşıyorlar ve geçip gidiyorlar. kader diyor, burada beklemek belki de kader.
ayağa kalmak istiyor ama bacaklarının uyuşmuş olduğunu fark ediyor. gene de kalkıyor ama adım atamıyor, koltuğun köşesine yaslanıp bekliyor.

bir son düşünüyor, yıllardır beklediğini ama gelen olmadığını anlatmak istemiyor, zaten hissettiği yanlızlığı paylaşmak istemiyor, sadece bir son istiyor.
güzel veya anlamlı olmasın, hayatım gibi gerçek olsun, gören anlasın bir kerede diyor.
hoş kendisi uzun süredir görmüyor, artık ne yöne baktığını bile bilmiyor, gözleri var ama görüntü yok.
değiştiriyor, öyle bir son olsun ki diyor, fark eden gerçekleşmesinden korksun, ondan sakınmak istesin, kaçmak istesin.
kendisinin en son ne zaman koştuğunu hatırlamaya çalışıyor ve bacaklarını bulamıyor.

vazgeçiyor, bu sefer sonsuz olsun diyor.

Çarşamba, Kasım 08, 2006

şarkı

kafama takıldı...

güzeller içinden/bir seni sevdim/kalbime sana/ben sana verdim

neşeli, sezen aksu sesinin içime mutluluk verdiği bir şarkı, kafamda sadece bu nakarat kısmı dönüp duruyor ama indirip dinlemek istemiyorum, çünkü o zaman tüm şarkıyı duyucam veya şarkının gerçek duygusunu hissedicem... ben şu kadarcık kısmının kafamın içindeki sesli halini seviyorum, kaybetmek istemiyorum...özellikle birine söylemiyorum, hitap yok kelimelerde, sadece bir gerçeklik var, belki yaşamıyorum ama doğrusu bu biliyorum o kadar...

Salı, Kasım 07, 2006

kalabalıklar içinde

bu kadar blog içinde, okudukça okuyasın geldikçe, nasıl olurda kendini yanlız hissedersin? herkes fikrini söylüyorken, duygular kelimelere dökülürken, hikayeler bitmeyecek kadar çokken "büyük bir mahalle"de gibi hissediyorum esasında, ama esasında kimse adımı bilmiyorum, yüzümü, simamı bilmiyorum. nasıl güldüğümü, ağlarken çıkardığım sesleri değil sadece neler yaşadığımı, iç çekişlerimi, dışavurumlarımı biliyor. fiziksel özellikler önemini yitiriyor mu artık? hatta kadın-erkek-travesti bilinmeden paylaşımlar limitsizleşiyor da unisex bir kalbe doğru mu gidiliyor? tüm bunlar bizi daha iyi "insan" yapar mı? peki amacımız bu mu ki? yoksa sadece varolduğumuzu kanıtlama çabamız mı? kime neyi kanıtlıyoruz, düşünebildiğimizi, duygularımız ve yorumlarımız olduğunu diğer insanlar bilince dünya üzerinde başarılı mı olucaz?

ben bunları yazmasaydım yok olur muydum?

Pazartesi, Kasım 06, 2006

kilo savaşı - 3 ay doldu

ee sormazlar mı insana "ne oldu kilo savaşın, daha verdin mi, kim üstün?" diye. bu kilo savaşı durumu bir rejim hayatına dönüşmek üzere. tüm yemek yeme kültürüm evrim geçirdi ve sanırsam terse doğru geçirdi bu evrimi, sadece ot yemeğe :)

gerçek şu ki hedefim olan 6 kiloyu vermiş bulunuyorum ve artık 1 beden küçüldüm :) ortaokul hazırlık sınıfının en büyük insanının bu duruma gelmiş olması gurur verici. uzun zamandır hiç bir başarım olmadığını hissediyordum, en azında şimdi insanlara anlatacak bir başarı hikayem var. ama daha bitmedi bu hikaye, eğer bu kiloyu korur ve hatta 2 kilo daha verirsem tam olarak istediğim sonuca ulaşıcam.

o yüzden daha savaş bitmedi ve hatta daha yeni başlıyor, kazanılan bölgeyi korumak, tüm irademi seferber ettim, karneyle yemek dağıtıyorum :)

Perşembe, Kasım 02, 2006

hayırdır inşallah

çatlak patlak yusyuvarlak
sigaralı börek, sütlü çörek
çek dostum çek
arabanı yoldan çek

çekçek amca, burnu kanca
al sana bi tabanca

tabanca kaç paradır
olsa olsa beş paradır

bir, iki, üç, dört, beş

şimdi söyleyin bana, bu tekerleme ile büyüyen, bu tekerleme ile oyun oynayan ve kaynaşan çocukların ilerde "tabanca" istemeleri doğal değil midir? neden tabanca? başka beş para olan bir nesne kalmadı mı? yoksa bu silah tüccarlarının bir oyunu mu?

ayrıca bu oyun can yakar, daha o küçük yaşta yanındaki insanın sana hunharca vurmasına izin verirsin ve aynı zamanda sende fırsatı yakalayınca kaçırmassın. peki bu çocuklar ileride aynı şeyi eşlerine, patronlarına yapmaktan çekinirler mi? hiç zannetmiyorum.

küçük bir oyundan cani çıkıyor resmen veya ben komplo olayını abarttım :)

Cuma, Ekim 27, 2006

playing safe

herkesin hayatında hayatı yaşamaya dair bir felsefesi vardır, belki çoğu bunu kelimelere dökemez ama direkt yaşarlar. çok uzun süre benim felsefemin "hayatı yaşa" olduğunu düşünmüştüm, şimdi dönüp baktığımda ise bu tanımın eksik olduğunu esasında "hayatı olabildiğince güvende yaşa" demenin daha doğru olduğunu fark ediyorum. her adım attığımda o kadar çok düşünüp, tartıp, biçiyorum ki sonunu bile görebiliyorum. ve sanırsam bir zamandır geçirdiğim buhran dönemim bu "sonunu görmek" yüzünden oldu, çünkü ben her ne kadar olabilecekleri görebildiğimi iddia ettiysem de hayat o yöne gitmiyor. ve hayat benim "vizyonumdan" çıktıkça, bende hayattan kopuyorum. ruh gibi oldum son zamanlarda, hissizleştim, mutlu değilim ama mutsuz da değilim. en kötüsü bu sanırsam, yani keşke mutsuz olsam o zaman değiştirmem gerekeni bilirdim.

kabullenmek zor ama hayaline fazla inanmak yanlışmış, şimdi anlıyorum. fazla hayal etmemek gerekiyormuş, yoksa düşünce canın çok acıyormuş. belki de kendime fazla güvendiğim için fazla hayal ettim, işleri oluruna bırakmadım ve "olacakları" bildiğimi sandım. o yüzden her adımı bu kadar tarttım, doğru yolda olup olmadığımı görmek için. keşke biraz daha rahat olsaydım, karamsar olmazdım belki bu kadar, yaptığım her kararın yanlış kısmını görmekten sıkıldım artık. düzelir miyim acaba?

dediğim gibi buhran dönemime denk geliyor bu yazılarım...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

özetledim

uyandım.kalktım.yıkadım. soyundum,giyindim.taradım. yedim.fırçaladım.unuttum.

çıktım.bindim,indim. yürüdüm.bastım.bindim. durdum.indim.yürüdüm. geldim.oturdum.

açtım.baktım.yazdım. gittim.hazırladım.içtim. baktım.baktım.sinirlendim. sıkıldım.

açtım.dinledim.okudum. yorumladım.geçtim.baktım. güldüm.yazdım.konuştum. esnedim.

giyindim.çıktım.yürüdüm. yedim.gezdim.geldim. oturdum.baktım.yazdım. okudum.sıyrıldım.

kalktım.hazırladım. içtim.batırdım,yedim. okudum.sordum,soruşturdum. yenildim.

baktım.kalktım.üşüdüm. yürüdüm.bindim.indim. çıktım.soyundum.yıkadım. rahatladım.

aldım.zapladım.baktım. gittim,hazırladım,yedim,içtim. oturdum,baktım,güldüm. konuştum.

sevdim,besledim,oynadım. gittim.soyundum.okudum. yattım.uyudum.unuttum.

Cuma, Ekim 13, 2006

tepkime süresindeki gecikmeler

artık alıştım, yani lütfen alışmış olayım yoksa diğer şık umursamamak olacakki bu bence çok daha kötü...

çarşamba akşam kendimi 1 seneden sonra ilk defa tez konum hakkında okuma yapmaya vermiştim ve arada tv'de zaplama hareketini tek elimle gerçekleştiriyordum ki - ve arada kardeşim "hakan şükür gol attı" diye kapıma kadar gelip bağırıyordu ki yanan bir binanın görüntüsü saniyenin onda biri hızla ekrana geldi sonra geçti... biraz düşündüm, bir de dream tv'deki "rock me" de güzel klibe baktım, geri geldim aynı ekrana ve anladım ki ny'ta bir binaya uçak çarpmıştı veya öyle olduğu dile getiriliyordu ve canlı yayında veriliyordu...

beynimin içindekiilk tepkim: "mümkün"

hiç şaşırmadım, evin içinde başka birine haber verme gereği duymadım, açtım kanalı, sesini açtım ve izledim, sanki film izler gibi izledim... bir terör durumu olup olmadığı belli değildi ama benim aklımda olmadığı düşüncesi çoktan oturmuştu, neden bilmiyorum ama belki de görüntülerin etkisiydi... sonuçta bir apartmanın sadece 4 penceresi yanıyordu ve daha önce izlediğim "filmde" binlerce insanın olduğu bir binanın 5 katı birden yanıyordu... yani göreceli olarak aynı değildi bu olay... sonunda sıkıldım ve büyütülecek bir olay olmadığına karar verdim... ancak ondan sonra ev içine haberi yaydım...

evet, telaşa kapılmadım, tepki vermem biraz zaman aldı, bunun nedeni nedir? benim karakterim mi yoksa hayatın ve çevremin beni proglamlamasının sonucu mu?

gerçekten cevabı bilmiyorum.... kendini tanımaya devam...

Salı, Ekim 10, 2006

rejim yaparken duymaktan sıkıldığım ve hatta cevap vermeye tenezül bile etmediğim cümleler:

"bu kadar mı yiyeceksin?" --> kendisi bu arada ağızına 5. dilim pizasını sokuyor
"ama yağ koymassan ottan başka bir şey olmazki" --> zaten hayatında salata yemedin, nerden bilicen be adam?!?
"gel sana tatlı ısmarlıyım" --> sen şişman olabilirsin, neden beni kıskanıyorsun ki
"şimdi bunlar mı sağlıklı?" --> yok canım, senin yemekte olduğun whooper çok daha sağlıklı
"senin yemeğin daha pahalı tuttu, ama biz doyduk" --> doydun ve gerine gerine kocaman göbeğini kaşıdın, walla "priceless" bir andı benim için

ve de tüm rejim yapmama karşı olanlar:

ben yemek yemeği çok seviyorum ama artık mide rahatsızlığı ve pantolona giremem gibi nedenlerle rejim yapıyorum, yani sağlıklı bir zayıflığa ulaşmak istiyorum, mümkünse bunu anlayın ve SUSUN!!!

bekleyiş



yaz başlangıçında taksim'de çektiğim bir fotoğraf... ben bekleyen ile arkasındaki tezatlığı açığa çıkarmak istemiştim ama o zamanki makinamın azizliğine uğradım ve arka fonu net alamadım...

gene de hoşuma gidiyor, sanırsam renkler en çok beğendiğim noktası...

beklemekle geçerse hayatın
elbet biri gelir yanına
ama üzülürsün eğer gelen
hayal kırıklığınsa

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Duman "the" cat



bu kedimiz benim kedimin uzaktan kuzenidir, kendi koltuğu vardır ve sadece sahibine kendisini sevdirir...

normalde bir ev kedisi olan duman, bu yaz ayında ilk defa yazlığa getirilmiş ve diğer kedileri, böcekleri, bitkileri tanıma şansına sahip olmuştur, ki benim kedim daha hiçbiri ile tanışamadı...

kediler ile tanışması sonucu: kavga. hem kendi yaralanmış, yırtık bir kulak, kırık bir diş, hem de yazlık etrafındaki kediler dumanın gazabına uğramışlardır. nedir birbirlerini çekemem durumu? bende bilemiyorum... ama şöle bir konuşma geçmiş olabilir:

duman: snıf snıf, orada biri mi var?
sokak kedisi 1: ooo biri daha düşmüş sokağa, gel sana yol yordam öğretiyim anam...
duman: ne düşmesi, bi kere ben insanım, sen nesinki?
sokak kedisi 2: sen bi kedisin, istersen hatırlatıyım (bir pati darbesi atılır dumana)
duman: hey, aynı benim gibi atıyorsun pati ama ailemin yanına yaklaşamazsınız (karşı saldırıya geçer duman ve pati+tıslama)
sokak kedisi 2: tıslamakla olmaz bu işler (ısırma ile dumanın kulak yarasının oluşturulması)
duman: gel buraya
buradan sonrası bir karmaşadır...olay bittikten sonra duman eve gelir:
duman: anne beni dövdüler ama sizi korudum, bi daha biz insanların yanına gelemezler (mırlama ile anneye yaklaşma)
yengem: duman ne oldu sana, gel buraya oğlum seni seviyim bi güzel

mutlu son...

Salı, Eylül 12, 2006

>:

çok salakça bir şey yapıp, beta blogger oldum, ama bu seferde normal bloglara comment yazamıyorum ve "undo" gibi bir opsiyonum yok...o yüzden baştan bir blog açtım, artık eski postlarımı buraya atıcam...çok aptalca beta blogger olmak ama blogger olamamak...kendime sinirlendim çok ayrıca >:

emin adımlarla kilo savaşı - eylül 8

yeni başlangıçlarımdan biri diyetti 4 hafta önce... şimdi puan durumuna bakalım:

gizem: 4
kilo: 0

tam olarak 4 kilo verdim, inceldim ve mutluyum... diyetisyenime göre zaten toplamda 6 kilo vermem gerekiyor ama bence ben şöle toptan 8 kilo veriyim de alırsam geriye en fazla 2 kilo alıp canımı sıkmıyım :)

yanlız tek derdim hala beden ölçümün aynı olması, bir beden incelmem gerek ki sağlıklı bir görüntüye kavuşayım, o yüzden 4 kilo az geldi...

bir de haftada 1 kaçamak hakkım var, yani bir öğün istediğimi yeme veya tatlı yeme şeklinde... ben sanırsam öğün şeklinde kullanıcam çünkü light dondurma hakkım var ve buda bana yetiyor :) ayrıca diet kolaya da izin çıktı, hoş asitli içeçeklerden tamamen kurtulmak istiyorum, o yüzden 3 günde bir içiyorum onu da...

4 hafta sonra tekrar sizi bu konuda bilgilendiricem, bakalım o zamana kadar ne olacak...

Das Parfum

Das Parfum

beklemedeyim, heyecanla...

ben garfield'ı seviyorum - eylül 6

evet, bunda utanılacak bir durum yok. her daim her yaşa uygun bir çizgi karakter. ilk filmi de çok güzeldi, daha ikincisini izleme fırsatım olmadı ama en kısa zamanda.

şimdi benim işteki bilgisayarımın wallpaper'ı her ayın takvimini içeren garfield oluyor, çünkü bakınca gülümseme bırakıyor suratımda. 3 çeşit var, love is here, in a perfect world ve office şeklinde. ben genelde office olanını kullanıyorum çünkü kubik yaşam formunu mizahi şekilde anlatıyor.

bir de websitesinden ayrıca tüm geçmiş garfield comic'lerine ulaşabiliyorsunuz. ve ben doğduğum gün hangi garfield yayınlanmış buldum :)



belki bende bir çikolata parçasıyımdır, tatlı ve vazgeçilmez...

S.T.A.M.P.S. - eylül 4

ROCKNCOKE 2006 festivalinde başıma gelen en güzel şey Nil ile arkadaşı Şebnem'in saat almaları oldu. Çünkü ben de onlar sayesinde çok severek aldığım ve büyük ihtimalle çok severek uzun süre takacağım bir saate sahip oldum :)

Buyrun:



Kendileri mıknatıslı olup isterseniz buzdolabınaza, bilgisayaranıza yapışabiliyor. Ayrıca deri kayışla veya benim edindiğim gibi bir bez parçası ile de kolunuzda taşıyabiliyorsunuz. Hatta kolye şeklinde bile kullanılabiliyor. En güzel tarafı fiyatı: 25 YTL. Aklımı çeldi ama neyseki yanımda fazla nakit yoktu da sadece bu yukarıda gördüğünüz parçayı alabildim.

Bez parçam mavi oldu ama ben mor olarak bir tane almak ve değiştirip farklı zamanlarda kullanmak iztiyorum. Hatta desenli bez, siyah bez, kırmızı bez....

Pazartesi, Eylül 11, 2006

hayat mayat, geçer gider akarak - eylül 4

şimdi ne bu başlık derseniz, efendim ben işimi sevmiyorum, bir çok yerde de dile getiriyorum zaten...

x kişisi: "aa gizem naber, nasılsın görmeyeli? neler yapıyorsun?"
gizem kişisi: "ne olsun , iş güç takılıyorum, tek derdimiz para kazanmak biliyorsun, yoksa hiç işim olmaz."

peki bu konuda ne yapıyorum? şu aralar ayağıma gelen 2 iş oldu, onlara cv gönderdik, bi güzel hazırladık cv'yi, emek verdik kısaca... lakin ben o işlerde de sıkılıcam biliyorum, sabah kalkmak istemicem biliyorum...ama olsun para kazanmak lazım, yoksa nasıl fotoğraf çekerim...

evet efendim ben kendime bi hobi buldum, en azından arada kafamı meşgul ediyorum, zamanın geçmesine yardımcı oluyor ama pek başarılı değilim işin doğrusu, yeni başladım ama o artistik göz yok bende sanırsam, denemeye devam edicem ama...

fark ettiğiyseniz şu andaki ruh halim fotoğraf konusunda bile üzerimde kara bulutlar geziyormuş izlenimi vermeme neden oluyor, hayatımda pek güzel şey olmuyor gibi hissedince her alanı yayılıyor bu duygum, yılan zehiri gibi...

neyse hayat diyicem esas, zaten az zaman var neden sevmediğim işi yapıyorum diye soruyorum, sadece sevdiğim işi yapsam ne olur diyorum. sonra cesaretsizlikte oz büyücüsündeki aslan gibi oluyorum... ayrıca kararsızlık var, sevdiğim ne ki? bilmiyorum, deniyorum ve hala bilmiyorum... kısaca bekliyorum....

bir fotoğramı koymak istiyorum bir de :

bekleyiş

hayt bükü \ mesudiye \ datça - eylül 1


burası cidden "rahat" bir yer.

ilk önce nasıl gidilir: datça'dan knidos'a gider gibi yapıp "mesudiye" oklarını takip ederek "hayt bükü" oku ile son bulan yola girmeniz gerek. yol sizi önce jandarma ile tanıştırıacak, ordan da sahiline ulaşıp temiz havasını içinize çekmenizi sağlayacaktır.

sonra nerede oturulur: esasında oturacak bir sürü küçük yer var, hepsinin kendine has özellikleri var. biz dedemin tanımasından dolayı yener abini yeri olan "ege cafe"de ağaçların altında tahta masanın etrafında, hamağım hemen yanında oturuyoruz. gözlemesi süperdir, yener'in annesi saolsun... orada yener ile babası arasındaki diyaloglara özellikle dikkat etmenizi tavsiye ederim, gülmekten yerlere yatabilirsiniz, dikkat! ayrıca iskelenin önünde bulunan sarmaşık cafe'de oturmak için ideal. farkında değilsiniz ama size hep kahve tadındaki, yerlilerin bozmadan korudukları yerleri tavsiye ediyorum. çünkü oraya gidip bodrum'daki kötü barlardan bozma yerlerde bulunmanın hayt bükü'nün havasını bozucağını düşünüyorum.

ne yapılır: tek kelime ile hiçbirşey. denize girin, cam gibi denize, ister sahilden kumlar arasından, ister iskeleden atlayarak. güneşlenin, ister şezlongta, ister birebir kumlarla temasla. gözleme yiyin, ister patatesli, ister otlu beyaz peynirli. hamakta yatın, ister uyuyun, ister kitap okuyun. yener abi ile muhabbet edin, ister babasını çekiştirin, ister yeni evliliğini. tavla oynayın, ister yenin, ister yenilin. veya benim gibi fotoğraf çekin, ister sahili, ister sevdiklerinizi.

tatil kara bulutları - ağustos 31

o kadar güzel geldi ki tatil, tek sorun aklımda durmadan "perşembe iş var" cümlesinin dönmesiydi... neyseki bu sorunda hangi günde olduğumu bilmediğim için çarşamba arabaya binene kadar dank etmedi :)

şimdi bi sürü fotoğraf çektim, hepsi güzel olmadı ama gene de bazılarını paylaşıcam, umarım bu gece eve gidince aktarıcam makineden bilgisayara, belki biraz düzenleme gerekir, picasa2 ile yaparım onlarıda...

peki ben istanbul'a geldim diye bana küstü mü bu hava??? yani ne yapayım, ne kadar emek o kadar köfte olduğu için ve bana kimse yan gelip yattığım için para vermiyeceği için geldim istanbul, yoksa kalırdım datça'da... bazen diyorum aç deniz kenarında bir büfe, cafe değil çünkü emekliler hemen laf atarlar "türkçemizi doğru kullanalım" diye ki haklılar, kal orda nisandan kasıma kadar, ohhh ki ne ohhh...

ama zaman bunları hayata geçirmek için erken bir zaman, belki 5-6 yıl sonrası için düşünebilirim, hatta eminimki bu işe girsem bir sürü arkadaşım "bende geliyim, kasada dururum, garson olurum" diyecek, böylece eğlence hat safhada olacak :)

neyse fotolar ile gelicem geri...

karga bokunu yemeden... - ağustos 22

Efenim, nasıl bi gün boktan başlar anlatıyım isterseniz:

Sabah kalkarsın, akşam çok sıcak geçmiştir ve ter içindesindir. Duşa doğru gidersin, suyu açarsın, hımm soğuk akmaktadır ama birazdan geçer düşüncesiyle suyu 15 dakka akıtırsın ve geçmez. Buz gibi suyun esasında iyi bile gelebileceğini düşünürsün ama eminde olamazsın, o yüzden sadece saç yıkanır ve toplam 2 dakka suyun altında kalınır ve esasında 50 derecede bile insanın titreyebileceği ortaya çıkar, eet resmen kıçım donmuştur.

Neyse, sabahın geri kalanı iyi gitmektedir, giyinmek, kahvaltı etmek, henüz bir sorun yok. Evden çıkılır, metroya gidilir, akbil basılır ve çığlık çığlığa ötmeye başlar, aaa akbilim bitmiş. Cüzdan açılır, aaa param bitmiş. Aynen geri dönülür metroda, 10 dakka uzaktaki bankamatiğe küfür edile edile gidilir, para çekilir, geri gelinir, akbil dolum sırasında 10 dakka beklenir, ve sonunda metro durağına girilir.

Metroyu beklerken işe 15 dakka şimdiden geç kalmış olduğun fark edilir. Metro gelir, binersin, ineceğin durağa gelince ayağa kalkıp beklemeye başlarsın ve o anda ani bir fren ile ter kokan bir adamın kucağına doğru yüksek bir ivme ile gider ve adamla kanka olursun. Adamın suratında bir mutluluk ifadesi vardır ama, bir insanı memnun etmişsindir en azından.

Yarım saat işe geç gelinir, masana oturusun ve tüm gün ayağa kalkmamak için dua edersin, ne olur ne olmaz...

internet söle bana, benden güzeli var mı bloglarda??

kedim, aşkım, kızım, çakılım - ağustos 18

Bloglar arası dolaşırken Onur'un kedisi Süha'nın 5.kattan düşmüş olduğunu okuyup çok üzüldüm ve kendisine kalbimin onlarla birlikte olduğunu bildirdim...

ilk kedimin eve geldiği zamanı hatırlıyorum. annesinin yanından 2 aylıktan almıştık, o kadar küçüktüki... tabi tek dişi yavru olması ve diğer erkek yavruların daha iyi beslenmiş olması da bir sebepti. özellikle tembihlenmiştim "gece bir süre birlikte yatmayın, çok küçük, farkında olmadan üstüne yuvarlanabilirsin uykunda" diye... o ilk gece gözüme uyku girmedi, benim küçük kızım o küçüçük bedeni ile yatağıma çıkmaya çalıştı ilk yarım saat, sonra kendini yatak ve komidin arasına sıkıştırıp yukarı doğru tırmanmayı keşfetti - akkılı kızım benim - ve tüm gece yanımda uyumak için debelendi... her seferinde mivleri ile o kadar ağladıki aşağıya indirdiğimde, içim parçalandı... şimdi ise her gece ayağımın dibinde yatarken o, birlikte güzel rüyalar görüyoruz :)

şimdi bi fotoğrafını koymak isterdim ama bir sonraki post'a yetiştirebilicem...

çatışma yorar insanı - ağustos 17

tek bir kelime, bazen bir dakikalık sessizlik çatışma habercisi olabilir... küçük masanızda oturup, küçük bilgisayar ekranına bakıp iş yapmaya koyulurken yan masa ile, büyük ofisteki müdür ile ortaya çıkacak sürtüşmelerdir bu çatışma başlangıçları... sonrasını toparlamak zordur, ya olmamış gibi davranmalıdır her iki taraf ya da oturup konuşmalıdır... profesyonellik ile türklüğün karıştığı bizim ofislerde her zaman olmamış gibi davranılır, sözlü iğnemeler ile, kötü bakışlarla, öğlen yemeğe çağırmamalar ile sonuçlanır...işyerinde taciz deniyor akademik olarak... bazen ucu kaçar, hangi taraf haklıdır önemli olmaz, en üste çıkan kazanır... ofis hileleri, insanları taraf olmaya zorlamalar, müdüre yalakalıklar alır başını gider... işe mi geliyorsun yoksa yaşam mücadelesi yapmaya mı belli olmaz...

yaşamak bu mudur yani, zaten başka birilerinin işlerini yapmaktan ve durmadan onlara para kazandırmaktan gına gelmiştir, bir de bu aşağılık çevrede psikolojik baskıalrdan kurtulmaya çalışmak üstüne tuz biber eker...

yeni sezon - ağustos 16

bir an önce tüm dizilerimin yeni sezonları başlamalı...

lost

nip tuck

grey's anatomy

prison break


eskiden 20 dakikalık olan friends gibi dizileri severken artık uzun ve hikaye barındıran diziler daha eğelenceli gelmeye başladı... burda bir yanlış anlama olmasın, friends hala gelmiş geçmiş en güzel dizidir, tüm sezonlarını en az 3 kere izlemişliğim vardır... ingilterede bir yarışmada görmüştüm, bir bölümde kişinin özel ilgi alanı ile ilgili sorular vardı, eğer bir gün o yarışmaya katılsam konum friends olur herhalde diye düşünmüştüm, çünkü soracakları her soruyu bilebilirim, zaten bir de çalışıp giderdim ki çalışma dediğimiz de tv izlemek olacaktır :)

konuya geri dönersek, micheal adadan kaçabilecek mi, vicdanı onu rahat bırakacak mı, maskeli katilimiz öldürücek mi sevgili doktorumuzu, yeni ensest ilişkiler olacak mı, meredith kimi seçecek, izzie gerçekten bırakacak mı işi, scolfield nereye kaçacak, yanınadakiler ne olacak?

bu kadar soru varken nasıl iş yapabilirim ki :P